
DÜN CANIM OLAN YARIN DÜŞMANIM OLMAZ BENİM
“Yaşananların hatırı hep saklı kalır
Hatırları sorulur selamları hep alınır.
‘Sildiklerim’ vardır bir de!
Onlar yanlışlarım ve pişmanlıklarımdır.
Adları anılmaz hatırları sorulmaz. Sadece beddualarımdır.
Vicdanla birlikte şeref ararım ben sevdiklerimde
Her zaman doğru değildir elbet seçimlerim
Zaman gelir ‘şerefsizleri’ de severim
Her yerde gözüm kulağım vardır benim
Eksik söylemek yalan söylemek değildir.
Mantığındaki Beni değil kendini kandırır yalnızca.
Bilmezden gelişlerim aptala yatışlarım
Kaybetme korkumdan değil
Karşımdakilerin yalan söyleme
Potansiyellerine olan merakımdandır.
İnkâr olmaz benim hayatımda
Yaşananı yaşanmamış saymam
Sayanları da saymam.
Kelimelere sığmaz sayfalar sürer beni anlatmak
Ama ne kadar anlatılırsa anlatılsın
Yaşayan bilir beni yaşamayan anlamaz.
Ağırdır sevmelerim
Her yürek taşıyamaz
Büyüktür umutlarım
Her omuz kaldıramaz.” diye ne güzel söylemiş memleket şairi Nazım Hikmet.
Evet, Nazım materyalistti ama Nazım’ın da yetişme döneminde beslendiği kaynak Mevlevilikti.
Evet, evet, yanlış okumadınız.
Hayat şartları ve o dönem memleketi idare edenlerle olan çatışmaları onu gurbete sürüklese de memleket hasretiyle yanan ve en güzel memleket şiirlerini yazan Nazım’ın beslendiği kaynak Mevlevilikti.
Evet, şaşırdınız değil mi nasıl oluyor diye kısaca anlatayım:
Nazım Hikmet 1902 yılında Selanik’te doğdu. Babası Hikmet Bey, İttihatçılar zamanında bir süre Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak Almanya’da konsolosluk yapmış, mütareke döneminde İstanbul’da Matbuat Müdürlüğü görevinde bulunmuştu. Annesi Celile Hanım, güzelliğiyle ün salmıştı. Hikmet Bey ile Celile Hanımın evlilik hayatları uzun sürmedi. Nazım ve Samiye adında iki çocukları olduktan sonra ayrıldılar. Celile Hanım resim tahsil etmek için Paris’e gitti. Çocuklar dedeleri Nazım Paşa’nın evine sığındılar. Nazım Hikmet, hemen hemen bütün çocukluğunu Nazım Paşa’nın evinde geçirdi. Bu yüzden hayatında dedesinin önemli bir yeri vardı. Nazım Paşa şairdir ve şiirlerini aruz vezninde yazmaktadır. Ne var ki Nazım Hikmet zamanın çocuğudur. Günün genç şairleri ise yalnız hece vezniyle şiir yazar olmuşlardır. Ziya Gökalp’ın 1910’da Selanik’te Genç Kalemler ile açtığı akım bütün şair ve aydınları sarıvermişti. Nazım da bu akımdan etkilenerek ilk şiirlerini hece vezninde yazdı. “Şair bir büyük babanın torunuydum. Anam Fransızcayı çok iyi bilirdi ama Osmanlıcayı bilmezdi Benim gibi. Büyük babam, Mevlevi Nazım Paşa şairdi, anam Lamartin’e bayılırdı. Evimizde şiir başköşeydi.” diye anlatıyor kendini Nazım Hikmet.
1920’ye kadar olan hayatında Milli Edebiyat akımının tesirlerinde kalan ve tema olarak vatan, Mevlâna, sevgi konularını işleyen Nazım’ın gençliğinde yazdığı şiirleri pek fazla kişi bilmez.
Nazım Hikmet Ran’ın yanında büyüdüğü dedesi Nazım Paşa dindar bir adamdı ve Mevlevi tarikatına bağlıydı. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nazım da orada yaşıyordu. Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılırdı. Nazım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları ona çok tesir ederdi. Özellikle Mevlevihane’ye gidip Mevlevilerin zikir ve mukabele-i şeriflerini seyretmeye bayılırdı. Başlarında uzun külahları, sırtlarında tennureleri ile semazenlerin dönüşleri ve musiki çok etkileyiciydi.
Nazım Paşa bir şiirinde şöyle der;
‘Neyden yansıyan zarif sözlerin vermek istediği işareti duyan Mevlevileriz Aşkın hoş nidalarına uyan Mevlevileriz
Dünya zevklerini şöyle koyan Mevlevileriz
Zamanın zayıflıklarına uzak olsun diyebilen Mevlevileriz…!
Nazım Hikmet’in bu ortamda Mevlevi tarikatından etkilenmemesi mümkün değildi. Bir şiiri bu etkiyi çok güzel gösterir:
‘Sararken alnımı yokluğun tacı
Gönülden silindi neşeyle acı
Kalbe muhabbette buldum ilacı
Ben de müridinim işte Mevlâna.’
Bu şiirin hikâyesini ise Ahmet Vâlâ Nureddin, bilinen kısa adıyla Vâ Nû (1901- Beyrut doğumlu- 1967 İstanbul’da vefat eden Türk gazeteci yazar) Bu Dünyadan Nazım Geçti adlı eserinde şöyle anlatır: “Delikanlılık çağına ulaşmış Nazım Hikmet, o gün arkadaş bulup tek kale futbol oynayamadığı için, duvara şut çeker dururmuş. Dedesi, eski Konya Valisi şair Nazım Paşa’nın yaşıtı ve kafadarı emekliler ve tarikat arkadaşı Mevleviler kameriye altında oturmuş, konuşurlarmış. Nazım, topu, ara sıra kameriyeye doğru kaçtığından, almağa gidermiş. Bir seferinde kulağına tuhaf bir konuşma çarpmış. Misafirler dedesine diyorlarmış ki ‘Niçin gizlersiniz, Paşa hazretleri? Bu şiiri sizden başka hangi Mevlevi yazabilir?’
‘Emin olunuz, ben yazmadım.’
‘İmzası da Mehmet Nazım.’
‘Aynı isimde başka biri de bulunabilir.’
‘Tevazu göstermeyiniz, böyle bir nefise efendimizin kaleminden çıkmadıysa kimin eseridir acaba? Mecmua henüz basılmış, okur okumaz toplanıp arz-ı tebrikat için mübarek ellerinizden öpmeğe geldik. Nur ola.’
Paşa ısrar etmiş: ‘Bu şiir hece vezniyledir. Ben aruz kullanırım. Mamafih merak ettim. Bir kere daha okuyunuz da dinleyelim.’
Şiiri baştan itibaren okumağa başlamışlar. Nazım Hikmet artık dayanamayıp kucağında futbol topu, çilli yüzü kıpkırmızı, lavanta çiçeklerinin ve süs bitkilerinin arasından başını kaldırıp heyecanla manzumenin arkasını getirmiş:
‘Ebede set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalpten temizlendim, huzura geldim,
Ben de müridinim, işte Mevlâna.’
Misafirler kaç yönden şaşırmış. Evvela kameriyenin hemen oracığında çiçekler arasından çatallaşmış bir çocuk sesinin duyuluşuna. Fakat asıl yeni basılıp o gün satın alınmış olan bir mecmuadaki şiiri torun Nâzım’ın ezberlemiş bulunuşuna. İçlerinden biri kurnaz kurnaz gülmüş: ‘Sübut buldu efendim. Demek ki hafid küçük bey eseri zat-ı âlinizin evrakınız meydanında görüp hafızasına nakil eyleyivermiş.’ Bir taraftan Paşa itirazlarına devam ederken, öbür yandan Nazım Hikmet haykırır dururmuş: ‘Benim de ismim dedeminki gibi Mehmet Nazım. Bahçede oynarken konuştuklarınızı dinliyordum. Mevlevi şiirleri yazıyorum. Mecmuaya gönderdim. Basmışlar işte, ‘Dergâh’ mecmuasında başka şiirlerim de basıldı. Basılacak tabii. Kitaplarım da çıkacak tabii.’
Misafirler şaşırıp kalmışlar. Kalkıp saygıyla Nazımı alnından öpmüşler. Büyük babası da dayanamamış, torununu kucaklamış ve alıp elini öpmüş. Nazımın tasavvufa ilgisi Mevlevi dergâhından intikaldir. Şiire devam ederler…
“Ne içli bir dua, ne içten bir ah
Uyuyor serviler altında dergah!.
Kaç kere gönlümü dinledi bu yer.
Tek tük kandillerde yorgun alevler.
Titriyor gecenin sert rüzgarıyla
Gece sanki sönen yıldızlarıyla
Gölgeli dergahın dolmuş içine…
Bir inilti bir ses.. Bu yalvarış ne?
Ya Rabbi ne içten anıldı adın!…
Ölmeden öl! diyen bir itikadın
Gönülden duyarak ulu sesini
Ruha şifa sunan felsefesini
Biri zikrediyor dergahta işte.
Göklere yükselen bu inleyişte
Elem gizlidir bir ahu vahın
Çoktan dervişleri yattı dergâhın !”
Nazım Hikmet’in Dedesi Nazım Paşa’ya ithaf ettiği Dergâhın Kuyusu başlıklı şiiri, Nazım’ın tasavvufa ilgisinin muhteşem bir göstergesi:
“Ne içli bir dua, ne içten bir ah
Uyuyor serviler altında dergâh!
Kaç kere gönlümü dinledi bu yer
Tek tük kandillerde yorgun alevler
Titriyor gecenin sert rüzgârıyla
Gece sanki sönen yıldızlarıyla
Gölgeli dergâhın dolmuş içine…
Bir inilti, bir ses…
Bu yalvarış ne?
Ya Rabbi, ne içten anıldı adın!
Ölmeden öl! diyen bir itikadın
Gönülden duyarak ulu sesini
Ruha şifa sunan felsefesini
Biri zikrediyor dergâhta işte
Göklere yükselen bu inleyişte
Elemi gizlidir bir ah u vahın
Çoktan dervişleri yattı dergâhın…
Bu yalvaran kimdir
, kim bu zikreden?
Yoksa ağlıyor mu gönlüm bilmeden!
Gönül! Bu inilti senden mi geldi?
Hayır, işte o ses yine yükseldi
Yine yalvarıyor, yine ağlıyor
Gözümü dumandan eli bağlıyor
İçimde yakılan bir buhurdanım…
Vuruşu duruyor kalbimde kanım
Bir hayalet oldu yanan benliğim
Bu kuvvetli ruh kim? Bu zikreden kim?
Kim bu varlığımı kendine çeken?
Şimdi bir zulmette gölge gibi ben
O yalvaran sese ilerliyorum
Benliğim ölmeden öldü! diyorum
Böyle yürüyerek geçtikçe her an
Gitgide geliyor sesi yakından
Gitgide sinerken ben gölgelere
Yorgun ayaklarım çarptı bir yere
Titredim bir taşa ani temasla
Ömrümde bu kadar korkmadım asla
Sanki ta kalbimi bir bıçak yardı…
Önümde bir küme karanlık vardı
Bütün varlığımı bir an unuttum
Yavaşça eğilip o yeri tuttum
Dergâh kuyusunun duvarıydı bu…
Yeniden benzimi sararttı korku
Burdan geliyordu o iniltiler!
Gönülde titrerken şüpheli bir yer
Allaha yalvaran, Allah’ın adı
Beynimin içinde uğuldadı
Sanki bir dakika çarpmadı kalbim
Ey ulu Allah’ım, ey ulu Rabbim!
Kuyuda zikreden, ağlayan kimdi?
İçine eğildim… Anladım şimdi
İsm-i Celalini candan andıkça
Yer yer yükselerek çalkalandıkça
Kuyunun zulmette parlayan suyu…
Kuyu zikrediyor, ağlıyor kuyu!…”
Nazım Hikmet’in 1920 tarihine kadar yazdığı şiirlerde dini hassasiyet görülür.
Bir başka şiirinde Beyoğlu’ndaki Ağa Camii’ni anlatır. Nazım Hikmet’in söz konusu şiiri, Kurtuluş Savaşı döneminde Beyoğlu’nun Yunan bayraklarıyla donatıldığını görmesi üzerine Ağa Camii’nin avlusuna girerek, yazdığı biliniyor. Ağa Camii’nin Beyoğlu’nun her türlü gayrı meşru hayatının içinde kalmış garip hali ona çok dokunur ve yirmili yaşlarında en halisane duygularla, hislerini şöyle mısralara döker:
AĞA CAMİİ
‘Havsalam almıyordu bu hazin hâli önce
Ah ey zavallı mabet seni böyle görünce
Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım
Allah’ımın ismini daha çok candan andım.
Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda ki anası can verirken
Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var;
Böyle sokaklarda ki çamurlu kaldırımlar
En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini.
Üstünde aşüfteler yükseltiyor sesini.
Burada bütün gözleri bir siyah el bağlıyor
Yalnız senin göğsünde büyük ruhum ağlıyor!
Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu
Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!
Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer
Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla
Baştanbaşa tutuşsun göklerin yangınıyla’
Anadolu’da bir köy mezarlığında gömülmek istediğini yazan Nazım’ın ruh dünyasına ışık tutan bir ‘Vasiyeti’ de vardır:
“Başları göğe değen sıradağlar karlıdır
Dağların yamacında geçitler rüzgârlıdır
Bu rüzgârda savrulan karlara gömülürsek
Bu güzel memlekete doyamadan ölürsek
Dünyaya açık olan gözlerimiz kapanmaz
Ruhumuzda ölümün şifalı nuru yanmaz
Taşırız bir hortlağın tesellisiz ruhunu
Siz ey bizi sevenler istemezseniz bunu
İstemezseniz eğer böyle gam çekmemizi
Doymadan öldüğümüz Anadolu’da bizi
Evliyalar mezarı tepelere gömünüz
Bir şefaatçi bulur ahirette gönlünüz.”
Şimdi söyleyin bakalım. Mevlevi ve şair bir dedenin yanında büyüyen ve beslendiği kaynak Mevlâna olan Nazım’ı, bu yönüyle kaçımız tanıyoruz?
You must be logged in to post a comment Login